“İKTİDARLAR BANA VIZ GELİR, BEN GAZETECİYİM”

Atatürk’ün elini iki defa öptü, lise döneminde sınıflarını iftiharla geçti, tıp fakültesini yarıda bırakarak mesleğe girdi, yazılarından dolayı hapis yattı, işsiz kaldı. Siyasiler ile yakın dostluk kurdu fakat o hep gazeteci olarak kalmaya dikkat etti. Kıbrıs çıkartmasında Mehmetçiğin yanındaydı, hükümetlere verilen gizli mektuplara ilk o ulaştı. ‘ gazeteci kaldım gazeteci öleceğim’ diyen Cüneyt Arcayürek ile seksen yılı aşan yaşamının özetine sizi de konuk ediyoruz, buyurun;

İstanbul’dan deniz yoluyla İnebolu’ya oradan da kağnılarla Anadolu’ya geçen genç öğretmen çift İzzet Bey ve eşi Mesrure Hanım, Milli Mücadeleye katılırlar. Kurtuluştan sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk öğretmenleri olarak Ankara’da çalışmaya başlarlar. İlk çocukları Nezih’i savaş yıllarında kaybederler. İkinci çocukları Dündar’dan sonra Cüneyt Arcayürek 6 Mart 1928 günü Ankara’da dünyaya gelir. İzzet Bey’in genç yaşta ölümü ile ailenin yükü Mesrure Hanımın omuzlarına kalır. Öğretmenlikten emekli olan Mesrure Hanım, Ankara Kız Lisesi’nde idari bir görevle yeniden çalışma hayatındadır. Eğitim çağı gelen Cüneyt Arcayürek’e bir dost eli uzanır, “Bizim Mektep” öyküsünü Arcayürek anlatıyor:

“Samanpazarı’nda Bizim Mektep adında bir özel ilkokul vardı. Sahibi Avni Bey, eğitimci olduğu için annemi ve zorluklarını biliyor, ‘bana getir’ demiş. O zaman holdingler falan yok ama dükkân sahibi tüccarların çocukları orada. Rahmi, Sabahat Koç, Mermercilerin çocukları falan okulda. İngilizce tedrisat yapılıyor, İngiliz hocalarımız var. Ben parasız okuyordum ama teneffüs zili çalınca ufak bir dolap vardı, onu açar ve sandviç, çikolata falan satardım, parasını da akşam üzeri idareye verirdim. Okulun önünde ve arkasında büyük bahçeleri vardı. Arka bahçede de top oynardık.”

ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ

Cüneyt Arcayürek, daha önce iki kez elini öptüğü Atatürk’ün ölüm haberini bu okulda alışını da şöyle anlatıyor:

“ Ailem Mustafa Kemal ile yetişmişler, Atatürk rejimine inanan insanlar bunlar, biz de o hanede yetiştik…

Atatürk her yıl baharda, Ankara Kız Lisesi öğrencilerini Marmara Köşkü’nde kabul edermiş, ben iki defa katıldım. Afet İnan okulda tarih öğretmeni, annem de orada çalışıyor. Atatürk Orman Çiftliği’nde, önünde Marmara Denizi şeklinde havuzu olan bir köşk vardı. Öğrenciler orada hoşça vakit geçirir, ‘geliyor’ denilince de sıraya girilir, Atatürk, yanında birileri ile gelir ve ‘talebeleri teftiş’ ederdi. Ben de annemin yanında, başım öne eğik dururdum. İkisinde de benim önümde durdu, çenemden tutup başımı kaldırdı, yanağımı okşadı ve elini öptürdü. Fakat ben bakamazdım, dev gibi görünürdü bana, hatırladığım, uzun parmakları ve yumuşacık elleriydi.

Sonra bir gün ders sırasında sınıfın kapısı açıldı, kimdi hatırlamıyorum, ağlayarak birisi geldi ‘Atatürk öldü’ dedi ve bizleri eve gönderdiler. Çocuk olmama rağmen çok büyük bir darbe geldi bana, ağlayarak eve gittiğimi hatırlıyorum. Annem de çok fena haldeydi, bizim için büyük bir şok olmuştur ölümü.

Cenaze Ankara’ya geldiğinde yağmurlu bir gündü, Meclis önünde katafalka konuldu, önünden insanlar geçiyordu. Sonra Etnografya Müzesi’ne naklini bir binanın üst katından seyrettiğimi hatırlıyorum.

Atatürk dönemi Türkiye’nin en aydınlık günleridir, bir daha geri gelmeyecek. Çünkü Atatürk’ün aydınlık çağı, yarattığı rejim ileriye bakan, geriye bakan değil. Ölümünden yıllar sonra Time Dergisi, yapılan bir sürü araştırma sonunda, ‘ 20inci yüz yıl sözleri, 21 inci asrı işaret eden tek lider’ olarak ilan etti. Hâlâ bu devlet, bu millet, bu yöneticiler Atatürk’ü anlayabilmiş değiller. Çünkü Atatürk’ü okumuyorlar, hep dedikodu ile geçmiştir.”

Cüneyt Arcayürek, eğitimine yeni yapılan, spor salonu da olan 4 üncü Ortaokulda (Cebeci Orta Okulu) devam eder, ardından Gazi Lisesi ve bir yıl sonra da Atatürk Lisesi’ne geçer. ‘Bugünkü profesörlerden daha değerli insanlardı” dediği eğitim kadrosunu da şöyle anlatıyor:

“Edebiyatta önemli isim, kitapları olan Cevdet Kudret vardı, Adnan Cemgil vardı, Sinan’ın babası… Son derece modern metotla ders işlerdik. Ders anlatılmazdı, bir bahis söyler, herkesi münakaşa ettirirlerdi. Şimdi onlar yok, ezber var… Sıfırcı hocalarımız da vardı tabii…

Liseyi 1944 yılında iftiharla bitirdim, annemin isteği ile Ankara Tıp Fakültesi’ne girdim.”

GAZETECİLİK BAŞLIYOR

Üniversite ikinci sınıfta arkadaşı Çetin Altan’ın önerisi ile gazeteciliğe geçiş öyküsü de şöyle:

“ Çetin Altan yakın arkadaşım, benim parasız olduğumu da biliyor. O Ulus’ta çalışıyordu, ‘gel seni gazeteci yapalım’ dedi, gidiş o gidiş… Gazanfer Kunt vardı, Brole şapkalı, yakası, manşetleri kolalı gömlekli, şık giyimli, ağırbaşlı konuşan çok tatlı bir ağabeyimizdi, Altan Öymen de benden kısa bir süre sonra geldi Ulus’a.

1948 yılında ufak bir parayla Ulus Gazetesi’nde muhabir olarak başladım, Çetin ile beraberiz.

Ulus önemli bir gazete idi, CHP’nin yayın organı idi ama gazeteci yetiştiren bir okuldu, çok kişi yetişti. Şimdi gazetecilere bakıyorum da, üniversite kapısından geçtikten sonra hepsi büyük bir yazar, büyük bir gazeteci olarak gerine gerine gidiyorlar. Adama ‘bu gazetenin basımı’ desen bilemez…

Biz mürettiphanede, sayfa yapımında çalışırdık öğrenelim diye. Polis muhabirliğinden başlardık hatta Çetin ile ikinci şubede polisten de bir dayak yedik…

Parlamentoya gitmem kaç yıl sonra oldu. Ulus’ta da giderdim parlamentoya ama grup konuşmalarının metnini alıp dönerdim.”

Ağabeyi Dündar Arcayürek de o günlerde iktidar yanlısı Kudret Gazetesinde foto muhabiridir. Gezmeye gittiği Çubuk Barajı’nda, kalabalık bir grubun silahlı kavgasına tanık olur ve haber Kudret’in birinci sayfasında yer alır. Ulus Gazetesi yönetimindeki Ahmet Selgil’in ‘bu haberi sen yakaladın ama ağabeyine verdin, sana maaş cezası veriyorum’ sözleri ile işten ayrılarak Vatan Gazetesi’nde çalışmaya başlayan Cüneyt Arcayürek, artık parlamentoda muhabirlik yapmaktadır:

“Ben parlamentoya 1950 seçiminden sonra Vatan Gazetesi’nde iken gitmeye başladım. DP yayın organı Zafer Gazetes’inin muhabiri Metin Toker’di, yan yana otururduk basın locasında, çok tatlı günlerdi. Üç büyükler vardı; Emin Karakuş, Sabahattin Sönmez ve Mekki Sait. Fakat ikisi, Mekki’yi sevmezdi.

Sabahattin Sönmez Vatan Gazetesinin Ankara Muhabiri idi ve çok başarılı idi, ben onun yardımcısı oldum. Temsilcilik gibi ama büro falan yok. Her akşam Sönmez’in evinde toplanırız, yemek yenir ve haberler toplanır. Gece yarısından sonra telefon bağlanır, ben okurum, İstanbul’da Kadri Bey vardı o da eski Türkçe el yazısı ile alırdı, gazete de sabaha karşı basılırdı. Vatan, İstanbul’da Son Posta ve Tasvir Gazeteleri ile anlaşmalı idi onlara da servis yapılırdı.

Vatan’dan sonra 1954 yılında Ulus Gazetesine meclis muhabiri olarak geri döndüm”.

TUTUKLANIYOR

Ülkede siyasetin kaynadığı günlerdir ve Demokrat Parti, Cumhuriyet Halk Partisinin mallarına el koyar, gazete kapanır. Nihat Erim, Yeni Gazete adı ile bir gazete kurar ve yayına başlar fakat maaşlar 67 lira ile sınırlıdır. Prenses marka daktilosu ile Cüneyt Arcayürek de ‘CHP aşkına’ bu kadroda yer alır. Metin Toker, Zafer Gazetesinden ayrılmış Akis dergisini çıkartmaktadır ve İsmet İnönü’nün kız Özden Hanım ile evlenmek üzeredir. CHP içerisinde

Toker’in ‘Adnan Menderes’in casusu’ olduğunu düşünen muhalif bir de grup vardır. Tüm bunlara rağmen, gençler evlenir ve Akis de yayın hayatına başlar. Toker, arkadaşı Cüneyt’e, haftalık 25 liradan yazı getirmesini önerir. Bu para aldığı maaştan daha yüksektir, kabul eder. Daha ilk yazıda dergiye adının konması ile yaşananları şöyle anlatıyor Cüneyt Arcayürek:

“ Metin ile ilgili düşünceye Nihat Erim de inanıyordu, bunu bildiğim için adımı koymayın dedim.

Bu sayıya katkıda bulunanlar diye bir yer var, birinci sayfada, ilk isim ben… Gazeteye geldim, ‘Çavuş’ diye biri vardı, bana zarf uzatıyor, ‘verme biliyorum’ dedim ve şapkamı aldım çıktım.

Sonra Metin aradı ve gel dedi, 1955 yılında Akis günlerim başladı. Bir oda, uzun bir masa bir ucunda ben öbüründe Metin oturuyor, Refika diye de bir kızımız var, düzeltmeleri yapıyor. Akis 60 bine yakın satıyor, Dergi 50 kuruş, karaborsada 3 liraya kadar alıcı buluyor fakat hükümet bize kâğıt vermiyor…

Burada bir yazıdan dolayı hapis yattım, çıkınca da Akis’ten ayrıldım.

Bir süre bana kimse iş vermedi! Ben de avukat bir arkadaşımın bürosunda daktilom ile çalışmaya başladım… 1960 yılında Hürriyet’e çağırdılar ve 22 yıl kaldım. Haldun ve Erol Simavi dönemindeki kurumsallaşma hala geçerli, hala o tonda çıkar gazete. Haldun Bey Türkiye’nin en iyi patronlarındandır, yazı ve gazetenin umumi gidişi ondadır.”

NAZIM HİKMET

Cüneyt Arcayürek, Nazım Hikmet ile ilgili anılarını da şöyle anlatıyor:
“Altan Öymen’in kitabında da var, biz Nazımı elden ele dolaşan pelür kâğıt kopyalarından okurduk. Yeni bir metin bulunca, onu çoğaltarak çevremize dağıtırdık. Bir gün gazetede bizi müdürümüz Nihat Subaşı yakaladı, biz yandık derken ‘bana da bir kopya yaparsanız, izin veririm’ demişti. Devrim Gazetesinin sahibi bunları 1965’te yayınlayarak kütüphanelere kazandırdı, Nazım’ın Türkiye’de yeryüzüne çıkışı bunlarla oldu.

Ben Vatan Gazetesi’nde idim, Nazım’ın affı büyük patırtılar koparttı. Hatta Ahmet Emin Yalman’ın Bursa Cezaevinde Nazım ile yaptığı görüşme birinci sayfadan yayınlanmış çok ses getirmişti. ‘Nazım vatan haini değildir’ diye yayın yapıldı ama af tasarısı meclise geldi gitti, sonuç alınamadı. Annesi ve kendi açlık grevi yaptı olmadı, bahriyeli adama askerliğini yapmadın, dediler, tersanede er yapacaklar, adam hasta ne yapsın, o da kaçtı.

Ölümünden sonra ben Rusya’ya gittim ve karısı Vera ile konuştum, bana Nazım’ı anlatmıştı. Ben de onu Türkiye’ye davet ettim, size onun yaşadığı yerleri gösterelim dedim, ‘sormam lazım’ dedi bir daha da ses çıkmadı. Bu röportajım Ulus Gazetesinde yayınlanmıştı.
O zamanlar yedek subay okullarında ‘çavuş çıkma’ korkusu vardı, biz de korktuk…
Türkiye değişiyor, bir gün Zeki Müren geldi, teğmen çıktı, yüzbaşı olarak da öldü. Gelişen Türkiye’nin gelişmesindeki büyük adımlardan biridir.”

FOTOĞRAF MERAKI

1971 yılındaki muhtıra ardından gelen gergin ortamda Cüneyt Arcayürek yurt dışına atanır! İşte öyküsü:

“ Darbe aleyhine yazılarım çıkıyor. Nihat Erim için ‘ bir şeyler vadediyor ama hiçbir şey yapamaz’ diye yazdım, gazeteye baskı olmuş. O sıralarda, gazetelerin Avrupa büroları falan kuruluyor, Erol Bey ‘gönderin bir yere’ demiş. Ben Avrupa Konseyinden ve NATO’dan dolayı Brüksel’e yakın diye Strazburg dedim, Erol Bey, Zürih’e gönderin, Ben de Cenevre’ye sık giderim buluşuruz, demiş. Hakikaten de öyle oldu, ‘diş fırçanı al gel’ diye telefon ederdi, birkaç gün birlikte olurduk. 1950 yılında askerliğini Ankara’da yaparken tanışmıştık, yakın arkadaşımdır, patronum olduktan sonra ‘Bey’ demeye başladım.
İşte burada fotoğrafçılık kursuna gittim, daha sonra Kıbrıs da işime yaradı.”

KIBRIS’A İLK ÇIKAN BİRLİKTE

Adaya ilk ayak basan Mehmetçikler arasında yer alan tek gazeteci Cüneyt Arcayürek anlatıyor:

“Kara Kuvvetleri Komutanı Eşref Akıncı’yı aradım, bana ‘Adana’da şunu gör’ dedi. Hemen yola çıkıyorum, bir fotoğraf makinem var, büroda, karanlık odaya film almaya gittiğimde, foto muhabiri Hüseyin Ezer’in bir makinesi de masanın üzerindeydi, onu da aldım, ‘aşırdım’ yani. Gazeteciler topluca Mersin’de otelde beklerken ben kimseye görünmedim, arabada yattım ve zamanı gelince, şu anda tam hatırlayamıyorum, 112 miydi 114 müydü numarası, o teknede adaya ilk çıkan Mehmetçikle beraber, plaja ayak bastım. Belki kırka yakın kasetle döndüm, gazetede tam sayfaydı, Sipa Pres tarafından dünyaya satıldı o fotoğraflar.

Burada üzüldüğüm bir olay da oldu. Milliyet’ten Mete Akyol da orada, gitmek için diğer gazeteciler ile birlikte bekliyor. Başbakan Bülent Ecevit’in de çok yakını. Bizim haber çıkınca o da haklı olarak patlıyor, istifa falan etti. Mete, son derece iyi kalemi olan bir gazetecidir. Maalesef bıraktı şimdilerde, bugün başlasa çok kimseyi sallar. Kıbrıs’tan kısa bir süre sonra da onu Hürriyete aldık zaten.”

UYARI MEKTUBU

Meslek diliyle ‘atlatma haberlere’ sıra gelmişken, Cüneyt Arcayürek’ten ‘uyarı mektubunun’ da öyküsünü istiyoruz:

“Bir gün eve geldim, Esin İstanbul’da, radyo 19 bültenini dinliyorum, aralarda bir haber geçti. ‘Kuvvet Komutanları Çankaya köşkünde’ falan diye. Bugün görüşme günü değil! İçime kurt düştü. Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent Ulusu’yu aradım ve doğrudan sordum, ‘yazılı mı verdiniz sözlü mü’ diye, ‘yazılı’ dedi. İçinde şu var mı, bu var mı diyerek metni toparladım. Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin Ersin Paşayı da tanıyorum, onu da aradım, oradan da doğrulatınca haberi yazdırdım. Gazeteden aradılar bir süre sonra, ‘ağabey ne başlık verelim?’ diye, ‘Ordu uyarı mektubu verdi’ deyin dedim…
Bir habere el atarsam mutlaka sonunu bulurum. Sabaha kadar uğraşır, bulurum. Rahmetli Mustafa Ekmekçi ile basın sitesinde karşılıklı bloklarda oturuyorduk, ’gece senin çalışma odanın ışığını görünce uykum kaçıyor, yine ne yapıyor diye merak ediyorum’ derdi.”

Cüneyt Arcayürek 1982 yılında Hürriyet’ten ayrılır Güneş Gazetesi’ne geçer. Burada patronların gazeteyi kullanarak iş yapma eğilimlerine alet olmak istemez ve Milliyet’e transfer olur. ‘Bir garip gazete’ dediği Milliyetten de kısa sürede ayrılan Arcayürek 1985 yılından bu yana Cumhuriyet Gazetesinde. Arcayürek “Gazeteler bende uzun sürdü, Hürriyet 22, Cumhuriyet 25 yıl geriye kalanlar da diğerleri” diyor.

GAZETECİLER CEMİYETİ

Cemiyetimizin Kuruluşunu da şöyle anlatıyor Cüneyt Arcayürek:

“Kuruluşu çok yakın bilirim. Mekki Sait, Sabahattin Sönmez, Emin Karakuş, Niyazi Acun, Bilal Akba gibi kodamanlar kurdu. Daha sonra Mekki Sait önderliğinde yönetimi ele geçirdik, ilk lokal o zaman açıldı. 27 Mayıs’tan sonra Metin Toker’in başkanlığındaki yönetimde görev aldım, opera binasında muhteşem bir balo yapmıştık, sonra bıraktım. Beyhan Cenkçi geldi, çok faydalı işler yaptı. Kaş’taki arsalarımızı sattık, paralandık hepimiz! Şimdi de çok sevdiğim, yakın dostum Turhan Bilgin’in oğlu Nazmi Bilgin başkan, oda güzel işler yapıyor.”

EĞLENCE HAYATI

Ankara’nın tarihi eğlence yerlerinden Karpiç’in de Arcayürek’in anılarında yeri var:

“Meslekte ilk yıllarda gidemezdik, daha sonraları gidebildik’ dediği Karpiç’i şöyle anlatıyor; ”Nurettin Artamlar, Mümtaz Faik Fenikler, Aka Gündüzler’in falan yanında biz ağzımızı açıp bir şey söylemezdik, ayıp gelirdi. Oturur dinlerdik. Ayrıca onların konuştuğunu zaten senin bilmene imkân yok ki! Ancak, dinler, ders alırsın… Ben kürdün meyhanesine giderdim daha çok, orada Orhan Veli ile otururduk. Buraya yazarlar çok gelirdi. Uğrak vardı, sandviç falan olurdu orada. Onun ilerisinde, PTT’ye yakın bir de Suphi Taşhan’ın yeri vardı. Posta Caddesinde Park oteldi galiba onun karşısında, akşamları piliç ızgara yapılırdı oraya da giderdik.

Suphi Taşhan, Ulus’taki tarihi Taşhan’ın sahiplerinden, zengin ama solcu bir şair olduğundan sürekli yargılanıyor… Bir davasından yanlış hatırlamıyorsam Yozgat’a sürgün cezası almış, gitmiş. Mevsim kış, o da kürk giymiş, gidip valiye teslim olacak ve her gün imza atacak… Vilayete gidiyor ve Valiyi soruyor, görevli hemen içeri giriyor ve Valiye, Müfettiş geldi diyor. Taşhan kapıda karşılanıyor, güzel ağırlanıyor ve ‘sebebi ziyaret’ anlaşılınca da kovuluyor…”

GAZETECİ KALDI

“Hayatımda hiç partili olmadım, hep gazeteci kaldım” diyen Arcayürek anlatıyor:

“İlhan Selçuk, ‘Cüneyt’ yazısında, ‘bu ne sağa girdi ne sola, gazeteci kaldı” demişti, öyle kaldım ve öyle öleceğim.
11 Cumhurbaşkanı geçmiş, ben hepsini yaşadım. Bu hariç (Abdullah Gül) hepsiyle de dostluğum oldu. Ben siyaset nedeniyle takılmadım liderlere, haber için takıldım, hepsi ile anılarım var. Bülent Ecevit ile birlikte gazetecilik yaptık. İsmet Paşa ile milli şeflik döneminden sonra çok yakın oldum. Çocuklarına saygı duyarım. Kızı Özden’i her zaman saygı ile anarım. Türkiye’nin en üst mevkilerinde yaşamış bir adamın kızı olmasına rağmen, alçak gönüllülüğü, bilgisi, kültürü, aklı… Özden Hanım şimdi buna belki kızacak ama, siyasete girseydi, Erdal Beyden çok daha başarılı olurdu diye düşünüyorum.

Adnan Menderes ile de çok yakındım. Vatan Gazetesi’nden ayrılınca Adnan Bey mecliste beni gördü ve nedenini sordu ‘ekmek parası’ dedim. Özel Kalem müdürü Basri Aktaş ağabey vardı, ona görev vermiş, beni çağırdı ve Başbakanın ’mali sıkıntıdan kurtulmam için, Zafer Gazetesi’nde işe başlayabileceğim ek olarak da Sümerbank basın müşaviri olabileceğim’ notunu iletmişti, teşekkür edip ayrıldım tabii.
Hepsinin kendilerine göre üstünlükleri, zafiyetleri vardı hiç birinden bir şey istemedim. Bu gün de istemiyorum, iktidarlar bana vız gelir tırıs gider. Ben gazeteciliğimi yaparım.

1971 model Wolkswagen marka arabamı 2005 yılında sattım. Ne para ihtirasım oldu, ne mal ne mülk, namerde muhtaç olmadan yaşıyoruz.1960 yılında, Necati Zincirkıran’ın tanıştırdığı Esin Hanım ile evlendik, Bir karım var, onun sorumluluğunu taşıyorum, bana kazık atacak ne oğlum ne kızım var, onun sağlığı iyi olsun, mesut yaşayalım, olay bu.”

Gazeteci kaldım, gazeteci öleceğim’ diyen Cüneyt Arcayürek, 1982 yılından bu gün kadar kırk kitap yazdı.