BÜYÜK GAZETECİ YOKTUR, BÜYÜK GAZETE VARDIR

Çocukluğu savaş yıllarında geçmiş Orhan Gürdil’in,  sıkıntılı, yokluk hatta üç günlük de olsa esirlik bile  yaşanan günler. Savaş sonrasında yaz aylarında  çıraklık yaparak eğitimini sürdürmek geleneğine de  uymuş, okulda duvar gazetesi de çıkarmış,  duygularını şiirle anlatmış kimi zaman, kimi  zamanda dans ederek yarışmalar kazanmış.  Ankara’da magazin gazeteciliğini başlatan Orhan  Gürdil meslektaşı ve eşi Birsen Gürdil ile birlikte  yıllarca haber peşinde koşmuş. Emeklilik  günlerinde kapılarını çaldık Gürdil’lerin ve anılara  yolculuğumuz başladı…

İkinci Dünya savaşı tüm şiddeti ile sürerken Orhan Gürdil,  anneannesi, annesi ve ablası ile Bornova’da yaşamaktadır, babası Fethiye’de Fransızların işlettiği bir madende yöneticidir. Aile, Fethiye’ye gitmek üzere şileple yola çıkarlar. Bir anda Alman hücum botları yollarını keser ve Rodos adasına götürürler.

Gürdil’in esaret anısı şöyle;

“1933 yılında Bornova’da doğmuşum, olay sırasında çocuğum tabii, işin aslını sonradan öğrendim, Almanlar o bölgeyi mayınlamışlar bütün geçişleri kontrolde tutuyorlar. Ama Rodos Adasındaki olayları hatırlıyorum. Biz şilebin içindeyiz, silahlı askerler rıhtımda dolaşıyor. Üç gün esir kaldıktan sonra, yiyecek içeceğin tükenmesi ve kaptanın da girişimleri ile Fethiye’ye ulaştık. Ama savaşa girmemiş bir ülkenin çocuğu olarak esareti de tanımış oldum.”

Orhan Gürdil, gençlik dönemini Sivas’ta geçirir.  Yaşamına yön veren o günleri de şöyle anlatıyor:

“Babam yedek subay olarak askere alındı, Sivas’a gittik. Savaşın en yoğun dönemi, yokluklar içindeyiz, her şey karneye bağlı, halk açlıktan kırılıyor. Bugün iyi ki, savaşa girmemişiz diyorum. Biz büyük sıkıntı yaşamadık, askeriyenin imkânları vardı ama bakın, iğrenç fakat gerçek bir olay anlatayım. Katana denilen iri atların çektiği ağır top arabaları, haftada birkaç kez şehir içinden geçerdi, hayvanlar da doğal olarak caddelere pislerlerdi. Halk bunları toplar, derelerde yıkar, dibe çöken arpaları toplar ve kavurup yerlerdi… Nohudu kavurup kahve niyetine, mısır püskülünü de tütün diye içerlerdi.”

OKUMA YAZMAYA MERAKLI

Okula gitmeden önce ablasının yardımıyla okuma yazmayı öğrenen Orhan Gürdil’de okuma tutku halini almış, gazete, dergi, kitap peşinde koşan bir öğrenci olmuş.  Onu avukat yazıhanesinde çalışmaya kadar götüren olayı da şöyle anlatıyor Gürdil:

“O zamanlar, öğrenciler yaz tatillerinde çeşitli mesleklerde çıraklık yaparlardı, bu çok doğaldı. Hürriyet Gazetesi de o yıl çıkmıştı, yani 1948, ben on beş yaşımdayım. Avukat Tahsin Türkay aile dostumuz, onun yanında çalışmak istedim kabul edildi. Çünkü daha sonra Sivas Senatörü de olan Tahsin Bey, yazıhanesine Hürriyet Gazetesi alıyordu. Ayrıca boş zamanlarda daktilo makinesi ile çalışma yapmam da mümkün olacaktı.

İki yıl çalıştım, seri daktilo yazabilir oldum.”

Liseye geldiğinde daktilo yazabilen, okuma alışkanlığı edinmiş bir öğrenci olan Orhan Gürdil,  Sivas Lisesinde bir gurup arkadaşı ile gazeteciliğe de başlar. Milli Eğitim Bakanlığı’nın başlattığı yeni uygulama ile her okulda öğrencilerin duvar gazetesi çıkartması gerekmektedir. Bu işe gönüllüler de hemen ortaya çıkar. Gürdil, “Biz çıktık tabi, kim çıkacaktı” dediği kadroyu da şöyle anlatıyor:

“Anayasa Mahkemesi Başkanlığı da yapan Yekta Güngör Özden,  daha sonra gazeteciliği meslek edinenler;  Doğan Kasaroğlu, Lütfü Akçam ile Orhan ve Erdoğan Tokatlı kardeşler ile duvar gazetesi çıkardık lise yılları boyunca.

Duvar gazetesi öğrencilerin el yazısı ile hazırladığı bir yayın türü, bu gazetede yazmak da benim görevimdi”.

Hem daktilo, hem de okunaklı el yazısı yazabilen Orhan Gürdil, lise mezuniyetinden sonra bir süre Sivas İleri Gazetesinde çalışır. Bir Kore gazisi ile dönemin ünlü sanatçıları Nedim Adanalı ve Safiye Ayla röportajları beğenilir.  “Sivas bana dar geliyor” diyerek ailesinin karşı çıkmasına rağmen bir bavul ile 1952 yılında yola çıkan Orhan Gürdil’in şansı Ankara Garı’nda gülmeye başlar. Hiçbir tanıdığı olmayan ve ilk kez geldiği başkentte trenden indiği anda, Sivas Lisesinden bir ağabeyi ile karşılaşır. Bir yakınını yolcu eden ağabey, Gürdil’i yanına alarak eve döner. Bir yandan iş arayan fakat gazetecilikte gözü olan Gürdil, ilk işini bir gazete ilanı ile bulur. Ankara Tıp Fakültesi Nöroloji Kliniği’ne aranılan arşiv memurluğuna başvurur ve Prof. Rasim Adasal ile çalışmaya başlar. Bu dönemde Amerika’dan dönen İhsan Doğramacı’nın Doçentlik tezini de daktilo ederek bir anda tıp dünyasında adını duyurmasına karşın, o yine Medeniyet Gazetesinden aldığı teklifi değerlendirerek 1953 yılında mesleğe girer, bir yıl sonra da dönemin ünlü Akşam Gazetesine transfer olur. Gürdil daha sonraki yıllarda; Resimli Posta, Son Havadis, Başkent ve Adalet gazetelerinde görev yapar.

Ankara basınında, günümüzde, büyük değişikliğe uğrayan ve Magazin Gazeteciliği adını alan Cemiyet Muhabirliği yapmaya başlar. İstanbul basınındaki Beyoğlu Muhabirliğinin benzeri olan bu alanda Orhan Gürdil bir anda ismini duyurur. Gürdil bu dönemi, “bizim magazin muhabirliği, kim ne yapıyorun ötesinde, mesleki çalışmalar, kültür ve sanat üzerine idi” sözleriyle özetliyor ve bu alana yönelmesinde,  geçmişte yaptığı çalışmaların etkisi, şiir ve edebiyata olan yatkınlığının da payını vurgulayarak bestelenmiş şiirin öyküsünü şöyle anlatıyor:

“Viraneye dönmüş gönlümde mecal kalmadı sevgilim, diye başlayan şiirim, udi Baki Duyarlar’ın eline geçmiş, bestelemek istediğini söyledi, kabul ettim. 1956 yılında, Müzeyyen Senar 78’lik,  daha sonra Zeki Müren 45’lik plağa ve son olarak da Hülya Sözer, kasete okudu.”

ANILARDAN BİR DEMET

Elli yıl öncesinin cemiyet muhabiri ile biraz da o günlere gidelim istedik, Gürdil bize bir demet anı sundu;

“Demokrat Parti, büyük bir çoğunlukla iktidara geldikten sonra önce konut işine girdi. Yüzlerce milletvekili, Ankara ya göç ettiğinden konut sorunu vardı. Bugünkü İsrail Evleri, Tandoğan Mebusevleri ve 14 Mayıs olarak kurulan fakat 27 Mayıs ihtilalinden sonra adı Gaziosmanpaşa olarak değiştirilen semtler milletvekillerine kurulmuş kooperatiflerdi. Bununla birlikte, milletvekillerine bir smokin bir frak ve bir de siyah takım elbise yapmak zorunluluğu getirilmişti. Ayrıca Ankara’da Cavga dans stüdyosu çalışmaya başladı, ben de bazı vekillere yardımcı oldum. Eşleri için de Olgunlaşma Enstitüsü seferber oldu, giyim kuşamdan oturup kalkmaya kadar sıkı bir eğitim yapılıyordu.”

Gürdil,   adının  “Samba Orhan”a çıkışını da şöyle anlatıyor.

“Edebiyat kadar müziğe de ilgim var, dansa da. 1958 yılında tüm dallarda Ankara, 1959 yılında da İstanbul’da yapılan yarışmada yine tüm dallarda Türkiye birincisi oldum.  O kadar ünlüyüm ki! Bana devlet görevleri bile verildi. Endonezya Devlet Başkanı Sukarno, Yugoslavya Devlet Başkanı Tito ve Suudi Arabistan Kralı Faysal’ın Ankara’yı ziyaretinde, hariciye köşkünde özel dans gösterisi bile yaptım. Bu dönemde arkadaşlarım bana “Samba Orhan” dediler, aslında birinciliklerim tüm danslarda… “

“Ben magazini Ankara’ya tanıştırdım, sevdirdim. Eşimle birlikte günümüzün birçok ünlüsüne bu kapıları açtık, görevimizi yaptık” diyen Orhan Gürdil o yıllarda Zeki

Müren ile yaşadığı bir anısını da anlattı:

“Zeki Müren, Ankara’da yedek subay okulunda o zaman,  iyi bir dostluğumuz var. Bir gün gazete görevlisi geldi ve Zeki Müren’in kapıda beni istediğini söyledi. Aşağıya indim, Arabasında oturuyor, yanında tiyatro sanatçısı Yıldırım Önal ve birkaç sanatçı daha var. Devlet Tiyatrosu, Üçüncü Selim adlı oyunu Konya’ya turneye götürüyor, grup gitmiş, birkaç kişi de bu arabayla gidiyor, akşama oyun var, bana da gel diyorlar. İzin aldım ve yola çıktık.

Bu seyahatin önemli bir yanı da, Müren’in ‘yaşamak zevki verir ruhuma sonsuz kederin’ adlı eserini yol boyunca bestelemeye çalışması.

Otele geldik, kapının önü kalabalık. Kırık Plak adlı filmi bir ay kapalı gişe gösterildiği için halk, Zeki Müren’i bekliyor. İçeri girdik, sanatçılar tiyatroya geçti, biz daha sonra salona gitmek için aşağı indik ki, kalabalık daha da artmış. Otel sahibi, bizi arka kapıdan çıkarttı, yine bir arka kapıdan da binaya sokmuş, bir kapı daha açıldı ki, salondayız, biz nereden bilelim. Zeki Müren halkın ilgisini topladı ve hatta alkışlar bile başladı. Yıldırım Önal sahnede, salona dönerek “hayvan herifler” diye o gür sesiyle bağırdı. Salonda protokol var, yüzlerce insan var… Perde kapandı, iki üç dakika sonra yine açıldı ve Önal’ın o gür sesi salonda patladı “hayvan heriler” ve perde yine kapandı, kısa bir aradan sonra aynı sahne yinelendi, bu kez Önal, sahneye, rol arkadaşlarına dönerek bağırdı. Oyunda geçen bu replik, usta sanatçının elinde salona yönelen ve bizleri şaşırtan heyecanlı bir anı olarak kaldı…”

DOYA DOYA YAŞADIK

“Alaylı gazetecilik artık bitti, bizim kuşak gazeteciliği doya doya yaşadı, saygısı ile sevgisi ile yaptığımız mesleğin de nimetlerinden yararlandık” diyen Orhan Gürdil şöyle konuşuyor:

“Televizyon yoktu, renkli basın yoktu, dolayısıyla ünlüler, gazetelerde yer alacak iki satır haberlerle mutlu oluyordu. Çünkü gazetelerdeki haberler ilgiyle izlenirdi. Oysa şimdi, televizyonlarda saatlerce boy gösterdikleri için, gazetelere fazla ihtiyaç kalmadı, hoş o yayınlarda aynı holdinglerin ya… Böylece, paparazi adı altında özel yaşama saygıyı da bir kenara iten yeni bir tür oluştu. Televizyon her şeyi sildi süpürdü, bana göre bu toplumla alay etmekten başka bir şey değil.

Bu arada Cemiyetimizin eski başkanlarından merhum Beyhan Cenkçi’yi de anmadan geçemeyeceğim. Beyhan, sözünün eri, mesleğine saygısı olan, sözünü kabul ettiren, mesleği hafife alanları, düzeysiz yaşamı olanları, mesleği istismar edenleri sevmez ve affetmezdi.”

Orhan Gürdil, magazin gazeteciliği ile başladığı mesleğini daha sonra, Devlet Bakanlığı Basın Müşavirliği, Sağlık Bakanlığı Parlamento Danışmanlığı ve Başbakanlık Basın Danışmanlığı görevlerinde sürdürdükten sonra emekliye ayrıldı.

Gürdil’e meslek anısı sorduğumuzda da hemen anlatmaya başladı:

“Birçok ama aklıma geleni aktarayım.

1968 öğrenci olaylarının yaşandığı dönemde Adalet Gazetesinde çalışıyorum. ODTÜ’de bir jandarma eri vurulmuş, Hürriyet Gazetesi haberi – anarşistler bir erimizi yaraladı- şeklinde manşetten verdi. Bizim de bir şey yapmamız gerekiyor, GATA’yı telefonla aradım, telefonu açan ere sert bir sesle, “ oğlum bana baştabibi bağla” dedim, “emredersiniz” dedi. Baştabiple de askeri bir konuşma yaptım, o da “durumu çok kötü sabaha çıkmayabilir” dedi, ben aynı havayı sürdürerek, “peki evladım, Allah sabır versin” diyerek telefonu kapattım. Bizim manşetimiz -anarşistler bir erimizi şehit etti- oldu. Gerçekten de askerimiz sabaha karşı yaşamını yitirdi. Bu haber üzerine, Hürriyet Gazetesi bana ve eşime, Adalet Gazetesinden aldığımızın üç katı maaş teklif etti ama biz gitmedik.”